1642’de Şanlıurfa’da doğdu.
Asıl adı Yûsuf olmakla beraber Nâbî mahlasıyla tanındı.
Gaffarzâde veya Karakapıcılar ailesine mensup olduğu hakkında söylentiler vardır.
Nâbî, Hayriyye eserinin başında oğluna, atalarının ilim sayesinde yüksek mertebelere ulaştıklarını ve nesebinin ünlü olduğunu hatırlatmaktadır.
Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Urfa’da geçiren Nâbî’nin burada iyi bir eğitim aldığı, Arapça ve Farsça öğrendiği anlaşılmaktadır.
Bir rivayete göre, erginlik yaşlarında iken Yâkub Halife adında bir şeyhe intisap ederek tasavvufa yönelmiş, bir süre çobanlığını yaptığı bu şeyh onu İstanbul’a gitmesi için teşvik etmiştir.
Bir başka rivayete göre ise Urfa’da arzuhalcilikle meşgulken mutasarrıfın dikkatini çekerek onun telkiniyle İstanbul’a gitmiştir.
işte Medine Minarelerinde gazeli okunan Urfalı Şair Nabi'nin hayat hikayesi...
Nabi’nin nağmeleri Peygamberimizin emriyle, Medine semalarında yankılandı.
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbub-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafâdır bu
Murâat-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır büsegâh-ı enbiyâdır bu.
Büyük çoğunluğu yüksek rütbeli Osmanlı devlet adamlarından meydana gelen Hacc kafîlesi alemlere rahmet olarak yaratılan, mutluluk rehberi Peygamber Efendimizi ziyaret yolunda. Çölde günlerdir süren yorucu yolculuk bitmek üzere. Medine’ye yaklaştıkları bir gecede son kez mola verdiler. Kafiledekiler kısa bir süre içinde yorgunluktan uykuya daldılar.
Ancak biri var ki günlerdir uyku görmeyen nemli gözleri ile uzaklara dalmış;İki cihan güneşi Peygamber Efendimizin hasreti ile yanmış ve kavrulmuş. Yusuf Nâbî bu. O gece de Resulullâh’a bu kadar yakın olmanın hazzı içerisin de yerinde duramayıp gezerken…
O da ne!
Devlet büyüklerinden birisi ayağını kıbleye doğru uzatmış uyumuyor mu!
Yusuf Nâbî’nin gözü karardı. Yetkiliyi uyandıracak ve uyaracak tarzda şu sözler ağzından inci gibi saçılmaya başladı:
Nâbî’nin, yüreği yanarak söylediği nâ’tının manası şu şekildeydi.
“Edebi terketmekten sakın. Zira burası Allahü Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer Hak Tealının nazar evi. Resûl-i Ekremin makamıdır. Burası Cenahı Hakkın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir, fazilet yönünden düşünülürse Allahü Teâlâ’nın arşının en üstündedir. Bu mübarek yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı. Zira burası kör gözlere şifa veren sürmedir. Gökyüzündeki yeni ay Onun kapısının yüreği, yaralı aşığıdır Bunun kandili dahi, ışığının nurunu ondan almaktadır. Ey Nâbî! bu dergâha edebin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğilerek öptüğü tavaf yeridir.”
Sakın kimse duymasın!
Bu mısraları işiten o yüksek rütbeli kişi hemen ayaklarını toplayarak doğruldu ve:
– Ne zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu? diye sordu. Yusuf Nâbî de:
– “Daha önceden hiç söylememiştim. Su anda sizi bu halde uzanmış görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım, ikimizden başka bilen yok” dedi.
Bu sözler üzerine o kişi rahat bir nefes alarak:
– Madem ki bu şiiri burada söyledi burada kalsın. İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz” diye ikaz etti.
O böyle tehditler savuradursun, Cenab-ı Hak, habibinin aşkıyla söylenen bu gönül açıcı ifadeleri hiç gizli bırakırmıydı? Bu İfadeleri kıyamete kadar unutulmayacak bir şekilde açığa çıkardı.
Na’tı Şerif Medine sefalarında
Kafile yoluna devam ederek sabah namazına yakın Mescidi Nebi’ye vardı. Onlar Mescid-i Nebi’ye girerken minarelerden yanık sesli müezzinler Ezan-ı Muhammedî’den evvel Nâbî nin
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbub-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafâdır bu
diye başlayan na’tını okuyorlardı.
Nâbî ve o yüksek rütbeli kişi hayretten dona kaldılar. Sabah namazını kıldıktan sonra Nâbî ve öbür zat namaz kıldıkları camiin müezzinini buldular. Nâbî müezzine;
– Allah aşkına, Peygamber aşkına ne olursun söyle. Ezandan önce okuduğun na’tı kimden nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzinde büyük bir heyecan içerisinde sunları anlattı: Resul-i Ekrem Efendimiz bu gece Mescidi Nebi’de ki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: “Ümmetimden Nâbi isimli biri benî ziyarete geliyor.
Bana olan askı herşeyin üstündedir.
Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medine’ye girişini kutlayın” buyurdular. Biz de Resulullâh Efendimizin emirlerini yerine getirdik.
Nâbî müezzinin son sözlerini işitmez olmuştu. Gözyaşları içerisinde: Sahiden Nâbî mi dedi. 0 iki cihanın peygamberi Nâbî gibi bir zavallıyı, günahkârı ümmetinden saymak lûtfunu gösterdi mi? dedi. Evet cevabını alınca da sevincinden bayılarak kendinden geçti.
YUSUF NÂBÎ
Bu mutlu olayın sahibi Yusuf Nâbî Osmanlı Devleti zamanında yetişen şair ve velilerdendir. 1642 senesinde evliyalar ve enbiyalar şehri olarak bilinen Urfa’da doğdu. Çocukluğunda Arapça ve Farsça’yı anadili Türkçe ile birlikte en iyi şekilde öğrendi. Daha sonra Yakub Halife isimli bir Kadiri şeyhine talebe oldu. Ondan dînî ilimleri tahsil etti ve tasavvuf yolunda ilerledi. Yusuf Nâbî’deki kabiliyeti gören hocası bir müddet sonra onu yüksek ilimlerin merkezi İstanbul’a gönderdi.
Nâbi istanbul’a gelince divan kâtipliğinde vazife aldı. Bir taraftan burada çalışırken diğer taraftan da gönül ehli alimlerin sohbetlerinde bilgisini genişletiyor, yaşayışını güzelleştiriyordu.
O, Allahü Teâlâ’nın dinini yaymak için yapılan cihad hareketlerine katılmaktan da geri durmadı. 1672 yılında Lehistan seferine iştirak etti Kameniçe’nin zaptı dolayısıyla yazdığı siir Sultan IV. Mehmed Han tarafından beğenilerek şehrin kapısına işlendi. Padişahın takdir ve iltifatına mazhar oldu. Ebced hesabıyla fetih tarihini de kapsayan şiirin son beyti şöyledir
Tarihini felekde melek yazdı Nâbî’yâ
Düşdü Kamençe hısnına nûr-ı Muhammedî
1678 senesinde, girişte de bahsettiğimiz şekilde hacc farizasını yerine getirdi. Dönüşte Musahip Mustafa Pasa’yakethüda oldu. Mustafa Paşa’nın vefatından sonra Baltacı Mehmed Pasa’nın yanında Haleb’e gitti. Baltacı sadrâzam olunca İstanbul’a dönerken Nâbî’yi de yanına aldı.
Bundan sonra Darphane Eminliği ve Anadolu Muhasebeciliği gibi görevlerde bulunan Nâbi 1712 yılında vefat etti. Üsküdar’daki Karacaahmed kabristanına defnedildi. Kabri Sultan II. Mahmud ve Sultan II. Abdülhamid Han devirlerinde tamir görmüştür.
HİKMET ŞAİRİ
Yusuf Nâbî devlet vazifesinden artan zamanlarında siir ve ceşitli eserler yazmıştır. Şiirlerinde hep iyiyi ve doğruyu vermeye çalışmıştır. Bu yönüyle o bir düşünce ve hikmet şairidir. Şahsi duyguları, gönül arzularının aşmış, hakiki bir Müslümanın hayatını hem yaşamış hem de şiirlerinde yaşatmıştır. Geçici, fani dünyanın lezzetlerine, hallerine aldanmamak, kimseye haksızlık etmemek, zulmetmemek, hep müşfik ve merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak şiirlerindeki nasihatlerinden en çok rastlananlarıdır. Nâbi’ye göre iyi bir insan olmanın ilk şartı her işte ve her mevzuda her zaman Allahü Teâlâ’yı hatırında tutmaktır.
Nâbî rubailerinde, yoksulların hali, acı ve elemler karşısında sabırlı olma, kanaatkârlık, her kemâlin bir zevalinin olacağı bu sebeple Allahü Teâlâ’dan hiçbir zaman ümit kesmemek gerektiği gibi günümüz insanına da ışık tutan konuları birbirinden güzel anlamlı mısralar ile dile getirmiştir.
İctima eylemese merd ile zen âlemde
Edemez sureti mevlûd kabül-i peyvend
İftirak eyler ise birbirisinden amma
Hem peder ferd kalır zayi olur hem ferzend
İzahı: ”Alemde erkekle kadın bîr araya gelmese çocuk meydana gelmez. Şayet eşler birbirinden ayrılırlarsa hem baba tek olarak kalır çocukda perişan olur.”
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil